Ünlü filozof Confucius'ün de dediği gibi "Sevdiğiniz işi yaparsanız hayatınızda bir gün dahi çalışmazsınız."
Yıllar önce üniversitedeyken de bu söz beni etkilemiştir, okuduğum bölümü (bankacılık ve finans) de çok severek okudum, başka bir meslek yapmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Finans çok ilgimi çekmesine rağmen üniversiteden sonra aynı dalda master yapmayı hiç istemedim ama yurt dışına çıkmak istiyordum, üniversitede zorunlu olarak aldığım fransızcamı geliştirmek iyi bir fırsat olur diye düşünerek Fransa'ya gitmeye, gitmişken de pastacılık eğitimi almaya karar vererek başladığım bu macera bakın şimdi beni nerelere getirdi.
Pastacılığa hatta yemeğe de hiç bir ilgim yoktu, bir tane yumurta kırmışlığım ya da kek yapmışlığım bile yoktu. Bu arada "kek yapmak" neden böyle örneklerde kullanılır ve küçümsenir hiç anlamam, iyi bir kek yapabilen herkes doğru ekiplanla pastacılığa dair herşeyi yapabilir sanırım. Çünkü kek yapan fırınını iyi tanır, keki kabarttığını yani tekniği çözmüştür, malzemenin önemini çoktan anlamıştır... Konumuza dönecek olursak kek yapmışlığım bile yoktu, hatta giderken aileme "ben gidiyorum böyle bir eğitim de alıcam ama dönünce bu işi yapar mıyım bilemiyorum" diyerek gittim.
Paris'te yaşamak hem keyifli hem de biraz zordu ama asıl okuldan bahsetmeliyim. Sanırım okul sırasında çok eğlendim, günler nasıl geçti anlamadım, mutfağa adımını ilk kez atan ama çok kuralcı bi kız olarak hayat çok keyifli geçiyordu. Herkesin stres altında giridiği pratik dersler gelsin diye ben heyecanla bekliyordum. O sıralarda da bu heyecanımın farkında değildim, herkes benim gibi sanıyordum. Okul bitti ve ben ısrar kıyamet zar zor ayarladığım Pierre Hermé stajıma başladım. Ve sanırım bu stajın ilk haftasında benimle birlikte staja başlayan arkadaşlarım patır patır dökülüp "bu ağır şartlarda stajlarını tamamlayamacaklarını" okula bildirdiklerinde diğerlerinden bir tık daha bu işten zevk aldığımı anladım. Sabah 5.30'da bomboş Paris sokaklarına düşüp 06.00'da başladığım staj günleri 14.00'a kadar hiç oturmadan hatta çoğu zaman ağzımıza attığımız bir lokma tatlı ile ara dahi vermeden çalıştığımız o günler... İşten çıkmak istemezdim. Executive şefimin gelip benimle limon dahi doğramasını o zamanlar normal sanıyordum. Vardiyalarım değişti, bölümlerim değişti, cheflerim değişti... O Executive chefimin beni hazırlıktan sunuma her bölümde çalıştırarak işi bana gerçekten her açıdan öğretmesi... Her gün iki kez baştan aşağıya yıkadığımız mutfak, Pierre Hermé'nin ziyaretleri, yeni tarif denemeler, mutfak düzeni, iş organizasyonu, o ağır tepsiler, bulaşıklar, şık pasta dekorları... Hepsi unutulmazdı ama hepsini o zamanlar olağan sanıyordum. Dönünce ve Türkiye'de bir iki mutfak görünce, bana edilen iş teklifini sadece Türkiye'ye dönmek için reddedişim defalarca geldi gözümün önüne ve defalarca pişman oldum sanırım.
Ama dönüpte Minon'u kurmak varmış, kurupta bu yazıları yazmak varmış. Bu kadar seveceğimi hiç bilmeden çıktığım bu yolculuk beni çok tatlı hikayelere sürüklüyor ama tatlı demiştken bahsetmeden edemeyeceğim, herkes bu işi evde keyifle kek yapmak gibi olduğunu sanıyor ama kesinlikle öyle değil. Aşırı derecede kuralcılık, titizlik, özen ve hassasiyet gerektiriyor. Zor koşullar altında çalışabilmek, ağır yük kaldırabilmek, bir yerinizi yakmayı, kesmeyi göze alabilmek, dikkat, özen lazım. Beraber çalışmayı becerebilmek lazım. Bu sadece mutfak tarafı tabii ki, iyi muhasebe, kaliteli sunum, düzgün bir halkla ilişkiler ve başarılı bir satış ekibi de şart. Herkese tatlı gözüken ve asıl işini yaptıktan sonra keyif olarak cafe açma hayalleri olanları kırmak istemem ama asıl iş bu iş!